4 Nisan 2016 Pazartesi

Beşer tarihi boyunca insanın karşı karşıya bulunduğu ana problem hak bir ilâhı, hakiki sıfatları ile tanıyamama problemi olmuştur. Yoksa bir ilâhın varlığına inanmama problemi değil.

İnsanoğlu biyolojik yapısı itibariyle ister kendi arzusu ile olsun, ister kendisi istemesin, Allah’ın yeryüzüne koyduğu kanunlara boyun eğmek mecburiyetindedir. Zira İnsanın varlığı ve yaratılışı başlangıçta Allah’ın meşiyeti ile olmuştur. Yoksa insanın kendi arzusu ve isteği ile değil... Hatta ana ve babasının arzusu ile de değil. Anne ve baba kendi istekleri ile birleşirler. Ne var ki bir cenine varlık verebilme gücüne sahip değildirler Ana karnına düşen cenin Allah’ın vazettiği kanunlara uygun olarak hamilelik müddeti tamamlanınca ve doğum şartları teşekkül edince dünyaya gelir. Ve dünyaya gelen bu yavru Allah'ın kendisi için ihsan ettiği mikdarda kâinat havasından teneffüs eder. Aldığı nefesler ve bunun keyfiyeti yine Allah’ın iradesine uygun olarak bir ölçü dahilindedir. Dünyaya gelen bu yavru büyür, gelişir, duygulanır, hislenir, aç kalır, susuz kalır, yer, içer ve bilcümle hayat vakıaları ile karşılaşır, ama bütün bunlar Allah’ın kanununa göre cereyan eder... Yoksa kendisinin irade ve arzusuna göre değil. Bu konularda insanın durumuyla göklerin ve yeryüzünün durumu farksızdır. Her ikiside Allah’ın koyduğu kanunlara aynı tarzda uyarlar.

Allah’ü Taâlâ insanın gizli açık nesi varsa bilir. Hayatı boyunca gizli açık ne kazanmışsa onu da bilir. Şu halde insana yaraşan Allah’ın insan hayatına koyduğu kanunlara iktiba etmektir. İnsan kendisinin edindiği düşünce ve inançlar, değer ölüçleri, hayat prensipleri ve Allah’ın kendisine bıraktığı seçme hakkı ile bu kanunlara uymalıdır ki İlâhî kanunların mahkûmu fitrî hayatı, Allah'ın şeriatının mahkûmu olan günlük hayatı ile bir uygunluk içerisinde devam edebilsin. Birbirleri ile tenakusa düşmesin. Aralarında çatışmalar meydana gelmesin. Ve insanoğlu bu iki kanunun ve nizamın çatışması arasında ezilip kalmasın... Biri İlâhî kanun, diğeri ise beşerî kanun. Şüphesiz ki ikisi birbirine denk değildir...

* *

YARADILIŞ VE HAYAT

Sûrenin giriş kısmında yer alan bu engin ve şümullü Ayet dalgası gerek nefislerde, gerekse kâinat ufuklarında ortaya çıkan hayat ve yaratma delilleri ile alâkalı insan kafasına ve insan gönlüne hitap ederken insan idrakine münakaşalı bir hitap tarzı ile veya felsefî, metafizik! delillerle hitap etmiyor, İnsan fıtratını uyanıklığa kavuşturan ilhamlarla dolu bir hitap tarzı takip ediyor. Önce insanı, yaratma ve canlandırma hareketi ile, Allah’ın takdiri ve hâkimiyeti ile yüzyüze getiriyor. Bunu yaparken de diyalektik metodu takip etmiyor da katı hüküm verme yolunu seçiyor. Allah’ın hükümlerinden alınmış olan ve insan fıtratının dahilinde açıkça görülecek tarzda bu hükümleri tasdik eden hâkimiyet metodu ile hareket ediyor.

Gerek göklerin ve yerin varlığı ve bu açık nizama uygun olarak idare edilmesi, gerekse hayatın doğuşu ve hayatın en üstün şeklini temsil eden insanın yaşayışı ve aynen kâinatın takip ettiği izi takip ederek seyrine devam etmesi... Bütün bunlar insan fıtratını doğrudan doğruya hak ile yüzyüze getiriyor ve insan ruhunda Allah’ın vahdaniyeti ile ilgili yakınî tesirler icra ediyor. Zaten sûrenin bitimi ile hedef aldığı konu hatta diyebiliriz ki bütünü ile Kuran' ın hedef edindiği ana mevzu vahdaniyet prensibini yerleştirmektir. Bu ise sadece Allah’ın varlığının isbatmı ifade eden kaziyelerden ibaret değildir. Beşer tarihi boyunca insanın karşı karşıya bulunduğu ana problem hak bir ilâhı, hakiki sıfatları ile tanıyamama problemi olmuştur. Yoksa bir ilâhın varlığına inanmama problemi değil.

Bu sûre ile yüzyüze gelmiş olan Arap putperestleri doğrudan doğruya Allah’ın varlığını inkâr ediyor değildiler. Aksine Allah'ın varlığını kabul ediyorlardı ve Kur’an’ı kerîm’in belirttiği gibi Al lah’ın yaratma, rızkı verme, mülk sahibi olma, öldürme ve diriltme gibi pek çok sıfatlarını itiraf ediyorlardı. Şu kadar var ki onlara şirk damgasını basan ana sapıklıkları bu kabullenmiş oldukları sıfatların gereği olan bazı hususları kabullenmemeleri idi. Meselâ . bütün işlerinde Allah’ın hâkimiyetine teslim olarak, günlük hayatlarında O’ndan başka bütün putları yıkmak, sadece onun şeriatını kanun olarak kabul edip nasıl olursa olsun Allah’dan başkasının hâkimiyetini reddetme prensibini bir türlü kabullenmiyorlardı. İşte onlara Allah’ın varlığını kabul etmelerine ve onun bütün sıfatlarını benimsemelerine rağmen şirk ve küfür damgasını vuran ana unsur bu idi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder